“Toprağa karışıp unutulup gideceğiz.
Sahip olduklarıyla değil dokunduğu hayatlarla anılacak her insan.” Mustafa Aluç.
Geçtiğimiz Salı günü Mustafa Aluç’u kaybettik bildiğiniz gibi. Bu kaybın ardından birçoğumuz kendimizi kötü hissettik. Sosyal medyada sevenleri-dostları paylaşım yaparak ona olan sevgisini, son vazifesini yerine getirmeye çalıştı. Ölüm hak olan bir şey. Eninde sonunda herkese uğrayacaktır mutlaka.
Sevgili Mustafa Aluç’un kaybının ardından yaşanan üzüntü, yalnızca onun ölümüyle ilgili değildi aslında. Onunla birlikte yaşadığımız geçmiş “güzel günlerimiz”den ve o günlerdeki “masum dostluğumuzdan” bir parçayı yitirmiştik.
İlk tanıştığımız 12 Mayıs 2012 takviminden 22 Nisan 2025’e kadar -kesintisiz- diyaloğumuzun mahmur duygular çerçevesinden gelişen nice yaşanmışlık hepsi şimdi çok ağır geliyor.
Bu kaybediş, tam da bir gün öncesi, yani pazartesi günü saat 5 gibi yaptığımız son görüşmenin insan ruhundan bıraktığı “kabullenmeme” gerçeğiyle denk gelince tuhaf duyguların insan benliğini sarsmaması mümkün değil.
Mustafa bu kaybedişin kahramanıydı. Aslında Mustafa’yı anlayamıyorduk. Olaylara bakış açısı, değerlendirme yettisi, analiz etme yeteneği, bilgeliği, kültürü ve hikayesini temiz bir yaşantı üzerine oturma çabası her şey samimi / tevazu sahibi bir hayatla bizleri yüzleştiriyordu. Tepehan’da Nemrut yolu üzerinde ki evinde bir hanedandı o, gelen gideni karşılaması, çaysız-ekmeksiz bırakmaması, dostane şekilde ağırlaması her şey bu kaybedişini oranını daha da trajik boyutlara taşıdı.
O bana “hoca” diye hitap ederdi, ben Mustafa’m… Sonuna eklediğim bir harf (m) yüzeysel tüm argümanlardan arındırılmış saf-temiz bir niyeti bildiriyordu. MHP ilçe başkanlığı yaptığı sırada bir gün kendisine “başkan” diye hitabıma kızdı, bir gün konuşmamıştı benimle. Biz dostuz, sen bana başkan dersen eğer aramızda ki dostluk zedelenir demişti. Ondan sonra hiç başkan demedim. Ah o geçen güzel günler…
Bu yazıya yazarken “Ardından” diye bir başlık kurmanın acısını bir dostu olarak yaşamak zor bir mesele olsa gerek ve Mustafa Aluç’un yarım kalan hikayesini, gençliğinin baharında diğer kaybedişlerimizle etkileşmesini şimdi anlatacak sözcük bulmakta zorlanmam bu yüzden.
Zaman zaman sorarım kendime; “iyi insanlar çabucak gitmek zorunda mı?” diye. Evet iyiler ne yazık erken ayrılıyor aramızdan. Son dönemlerde ölümlerin daha da arttığı ve çok farklı algıladığımızı, özellikle sosyal ağlarda görülen ölüm haberlerinden tam olarak farkında olamasak da, çok etkilendiğimizi düşünüyorum.
Dün bir yakınım beni derinden etkileyen bir cümle kurmuştu. “Yahu bu gençlerimize ne oluyor?” deyişi artan ölümlerin, hele de gençlerimizin ölümlerinin artık bariz şekilde göze çarptığının tanımlıyordu.
Ne garip bir dönemdeyiz değil mi? Ölümler oldukça sıradanlaştı. Sıklaştı. Ölümler naklen yayın gibi telefonlarımızdan akıp geçiyor. İnsanlar tanımasalar da onlarca ölenin fotoğraflarına ,gözlerinin içine, ondan söz eden bir anekdota bakmanın etkisi bu dünyada ki çoğu şeyin koca bir yalandan ibaret olduğunun altını bir daha çiziyordu.
Bugün Mustafa, yarın Timur, öbür gün Ahmet Mehmet ne fark eder. Hayaller, tutkular, mücadeleler, hayat şartları, çevremiz, dostlarımız ve yarım kalmaya taaddütlü bir sürü emare ile birlikte.
Zamanın ruhunun dehlizlerinde akıp sona doğru giderken; bazıları da bu gerçekliği hiç önemsemeden her yarını hiç bitmeyecekmiş gibi ömürlerine buyur etmesi sürece dahil oluyordu.
Halbuki 2’ye 1’eninde topraktan çukur’un kerpiçlere bezenmiş duvarın dibine konulmasının kaçınılmaz olduğu gibi. Ama işte üzülsek de üzülmesek de, o kaçınılmaz sonu çoğumuz yaşayacağı günü beklemekten başka çare olmaması gibi? Bu yazdıkları elbette rahatsız edici olabilir. Ölümü hepimiz sevdiklerimizle, en yakınlarımızla, anne babamızla deneyimledik. Sevdiklerimiz, çocuklarımız, eşimiz, malımız, paramız, gözümüzden sakındığımız arabalarımız, çevremiz ve kariyerimizin hiç işe yaramayacağını da yine not düşelim bu aşamada buraya.
Mustafa’yı o nezih köyünde; Nemrut dağına karşı, Mor Barsavmo manastırı (dilbersten kalesi) eteklerinde, Yeşil mezarlıkta (mezeli hışın) nice nice yakını akrabası sevdiğinin ortasında toprağa verdik gitti. Ilık bir nisan gününde, baharın toprağa aşkla sokulduğu, rengarenk tepelerin sıralandığı, anıt meşe ağacına gölgesinde, bir yol kavşağının tam berisinde uğurladık onu son yolculuğuna.
Ve yeşil mezarlıkta hemen önümde duran bir başka mezarın taşında “Derviş Aluç” yazıyordu. Mezarı öylesine baktım. Kendi kendime dedim; Derviş Aluç’un dünyası, ömrü, neler yaşadığı, hikayesi, anıları, acıları, savaşları, belki büyüttüğü onca çoluk-çocuk, dostları, duyguları ile yaşam tutkusu hepsinin dikdörtgen mermer taşlarla sabitlenmesi kadar bu dünyanın yalan olduğunu kanıtlıyordu bizlere.
Hikaye öyle başlıyordu böyle bitiyordu. Herkesin öyle başlayacak böyle bitecek. Ölümün bir diğer adı da kayıptır. Sevdiğimiz insanları, sevdiğimiz mekanları, dilleri, sesleri, ormanları, denizleri, güzellikleri ve bütün bu kayıplarla, hepimiz birer kayıbız aslında. Her gün bu nazlı dünyanın kayıp adayları girdabındayız. Birini daha kaybettik” sözü bir gün herkes için kullanılacağı kâni. Ömür kısa, dünya fani, zaman en hızlı akıp giden kargaşalar yığını… O halde zamanımız yok belki de. Temiz bir hikaye ardımızda bırakmak temennisiyle. Tıpkı merhum Mustafa Aluç’un söylediği gibi: “Toprağa karışıp unutulup gideceğiz.
Sahip olduklarıyla değil dokunduğu hayatlarla anılacak her insan.”
Son söz: Mekanın cennet olsun Mustafa’m. Seni daima hatırlayacağız.